Türkiye, adeta başlı başına bir açık hava müzesi…
Tarihin, kültürün ve doğal güzelliklerin böylesine iç içe geçtiği başka bir coğrafya bulmak gerçekten zor.
İşte bu yüzden, ülkemizin her köşesi “mutlaka gezilip görülmeli” diyorum.
Mesela Kapadokya… Peribacalarının arasında gün doğumunu izlemek, gökyüzünde süzülen balonların altında masalsı bir yolculuğa çıkmak, ömürde bir kez yaşanması gereken bir deneyim.
Pamukkale’nin travertenleri ise sadece fotoğraflarda görünecek güzellikler değil; insanın içinde bizzat yaşaması gereken bir doğa harikası.
Ege’nin sahil kasabaları, Cunda’dan Datça’ya kadar maviyle yeşilin buluştuğu eşsiz duraklar.
Karadeniz’de Ayder Yaylası’na çıkıp bulutların arasında yürümek, insanın hafızasına kazınacak bir yolculuk.
İstanbul’da Ayasofya’yı, Topkapı Sarayı’nı, Galata’yı görmeden geçen bir ömür, sanki eksik kalır.
Üstelik Türkiye sadece yaz mevsiminde değil, dört mevsim gezilip görülmeli.
Kışın Erciyes'te, Uludağ’da veya Palandöken’de kayak, ilkbaharda Ihlara Vadisi’nde doğa yürüyüşü, sonbaharda Kapadokya’nın bağbozumu…
Her dönem ayrı bir güzellik sunuyor.
Turistik yerlerimizi gezerken sadece fotoğraf çekmekle yetinmeyelim; oraların hikâyelerini dinleyelim, kültürünü öğrenelim, yöresel lezzetlerini tadalım.
Türkiye’nin turizm potansiyeli, dünyaya açılan en büyük kapılarımızdan biridir.
Yeter ki bu kapıyı doğru kullanmayı bilelim.
Kısacası, Türkiye’yi gezip görmek için bahane aramaya gerek yok.
Yeter ki bakmayı değil, görmeyi bilelim.
Çünkü bu topraklar, hem bize hem de dünyaya anlatılacak binlerce hikâye saklıyor.












